Bu yazının başlığı aslında “Bir şey yapmalı!” olacaktı ama depremin üzerinden geçen 2 hafta bize gösterdi ki, hiçbir şey değişmeyecek ve her şey unutulacak. Her şey oldu iki haftadır, bir tane şey hariç. Yaşananlardan dolayı sorumluluğunu kabul ederek istifa eden bir kişi olmadı. Her şey var: kader, mukadderat, şerefsiz, hain, alçak ama bir şey yok, o da bu işlerin bir sorumlusu olup halka hesap verecek.
Hesap verme demişken, bizim memleketteki hesap verme şekli de hemen ortaya çıkıverdi: evin yıkıldıysa 15 bin lira, canını verdiysen 100 bin lira. Tarifemiz budur burada. Kan parası. Ne acı ki ederin bu kadar bu ülkede.
Afeti yaşayan şehirler dışında hayat normale döndü bile. Şu felaketten 10 gün sonra, yardım kampanyasında bir galericinin 50 bin yerine 50 milyar demesi bile saçma salak bir geyik malzemesi haline gelebiliyorsa, bize her şey müstahak. Eğleniyor muyuz gençler?
Felaket demişken, deprem oldu ve iktidar yalakası bir grup da sosyal medyada, televizyonlarda; bu felaket bu yüzyılda dünyanın başına gelmiş en büyük felaket ve nerede olursa olsun, hangi hükümet olursa olsun bunlar başımıza gelecekti propagandası ile saçıldılar ortalığa. Bu kraldan daha çok kralcıların bilmesi gereken şu ki, bu felaket büyüklüğünden çok etkileri ile yüzyılın en büyük felaketlerinden biri konumuna geldi. Felaketi felaket yapan sadece son 20 yılda değil, son 50-60 yılda makam koltuğuna oturup işini düzgün yapmayan iktidar sahiplerinin eseri. Denetlenmeyen yapılar, rant uğruna yükselen katlar..
İşi yine Allah’ın üzerine yıkma çabası aşikar ama yemezler. Yani en azından artık yememeliler. Bu kafayla devam edersek ve işi yine mukadderata bağlarsak; iktidar sahiplerinin şunu demesi gerekir: Yüzyılın en büyük felaketlerinden biri diyorlar. Bu ne ki? Siz bir de İstanbul depremini görün ama şimdilik, biz daha büyüğüne sebep olana kadar en büyüğü bu, bunla idare edin.
Yaşananların kısa bir özetini geçelim. Şehir merkezlerinden özellikle Hatay ile Adıyaman ilk 48 saatte kendi kaderine terk edilirken; ilçe merkezlerine devletin ulaşması 4-5 günü, köylere ulaşması ise bir haftayı buldu. Gözyaşı döken insanlar kameralara can havliyle devlet nerede, bizim arama kurtarma desteğine ihtiyacımız var diye feryat ederken görevliler ne ile mi uğraşıyordu? Gelen yardım tırları üzerindeki muhalefet belediye afişlerinin üzerine valilik afişleri örtme ile.
Açıklama yaparken kürsünün önüne dizilen çocuklardan, açıklama sırasında omuz omuza girilen yer kapma yarışından, kahkahalarla yapılan depremzede ziyaretlerinden bahsetmek bile istemiyorum.
Şu çağda herhangi bir ülkede bir deprem sonrasında eğer bir bina konuşuluyorsa, o bina yıkılmıştır ve insanlar o binanın neden yıkıldığını anlamaya çalışıyorlardır. Bizde ne mi oluyor peki? Bütün mahalle yıkılırken bir bina yıkılmıyor ya da hasar almıyor ve biz müteahhidinin peşine düşüyoruz sen ne yaptın da böyle oldu diye. Bu işte bir terslik var ama neyse.
Bu depremin iki kritik noktası var. Biri imar affı, diğeri ise kentsel dönüşüm.
Deprem 6 Şubat 2023’te oldu. Depremden bir gün önce 5 Şubat 2023’teki yazımda imar affının nasıl insanları aptal yerine koyan bir uygulama olduğunu ve iktidarın halkı ölüme terk edip felaket başımıza geldiğinde de mukadderat açıklaması ile işi Allah’ın üzerine yıkacağını yazmıştım.
İktidar zaten olayın faili, peki muhalefet ne durumda? CHP lideri depremden sonra çıkıp imar affı ile insanların evlerini onlara mezar ettiler, bir de üzerine para aldılar dedi ve imar affını eleştirdi. Depremden sonra olan olmuş ama geç de olsa doğru demiş diyorsanız acele etmeyin.
Dönelim o halde imar affı yasa tasarısının meclisten geçtiği o güne. İmar affı meclise geldiğinde CHP’nin 131 milletvekili var mecliste. Bu abilerin sadece 8’i o gün zahmet edip meclise gelmişler. O gelenler de ret mi verdi sanıyorsunuz? Onlar da imar affı yasa tasarısına kabul oyu vermişler. Milletin bıkmadan usanmadan ana muhalefet olarak meclise gönderdiği parti, toplumu o gün milletvekillerinin sadece %6’sı ile temsil etmiş ve bu temsilde de topluca kabul oyu kullanmışlar. 6 tane İyi Parti milletvekilinin hiçbiri mecliste yokmuş. Olsa ne olacaktı ki zaten Ak Parti milletvekili sayısı ile zaten her halükarda bu yasayı geçirecekti demeyin. Bugün konuşacak yüzünüzün olması için o gün duruş sergilemeliydiniz. Şimdi ise o paketin içinde faydalı şeyler de vardı, biz onlara ret vermiş olmamak için imar affını da kabul verdik diye kendilerini savunuyorlar. 2010 yılı referandumunda da anayasa değişikliği paketinde içinde göz boyamalık faydalı değişiklikler var ama bu paketin içindeki birkaç madde asla kabul edilemez deyip “Hayır” kampanyası yürütmediniz mi? O yüzden geçiniz efendiler bu safsataları. Kurban değilsiniz, masum hiç değilsiniz hatta failin en çok faydalandığı iştirakçisi sizsiniz.
Belirtmeden geçmeyelim, o gün oylamada sadece 5 kişi ret oyu vermiş. O da hangi parti? Diğer bütün partilerin aman adım birlikte anılmasın diye üç adım öteden geçtikleri HDP! HDP‘nin 48 milletvekilinin 5 tanesi oylamaya katılmış ve hepsi de ret oyu vermiş. Eğer bu deprem olmasaydı ve bu seçim öncesi yeniden çıkarılması planlanan yeni imar affı meclise gelseydi, HDP’nin yanına ret oyu verecek parti olarak sadece 2018’de mecliste olmayan TİP eklenirdi sanırım. Anlaşılan bu topluma reva görülen ölüm mukadderatına; sadece toplumca terörist, anarşist, komünist, tu kaka görülen partiler hayır diyebiliyorlar.
Kentsel dönüşüm konusuna gelelim. Biraz yoruldum bu kısmı size Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın oğlu Bilal Erdoğan ile Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın hemşerisi ve Beyoğlu Belediye Başkanı Haydar Ali Yıldız anlatsın, dinleyelim.
Deprem oldu bitti, ilk gözden çıkarılan da tabiidir ki eğitim oldu. Paranın bolluğundan İstanbul’a bir boğaz daha yapıyorduk, uzaya gidiyorduk. Deprem olunca ilk ne mi oldu? Depremzedelere konaklayacak yer lazım. Öğrenciler çıksın, depremzedeler yerleşsin. Binlerce otel var, pansiyon var, misafirhane var ama onlara para vermek lazım. Olmayan para ile hayal satmak keyifliydi ama olmayan para ile vatandaşa başını sokacak yer bulmak imkansız oldu değil mi?
Zaten çok mu önemli? Okuyup ne yapacaksın ki? Bir şekilde iktidar yanlısı olduğunu belli et aç kalmazsın. İmam hatip’ten mezun ol, üstüne ilahiyat oku al sana Afetlere Müdahale Genel Müdürlüğü. Bu konuda hiçbir bilgin, eğitimin, alakan mı yok? Bunca ölüye kim Fatiha okuyacak? Sen bu iş için tam da biçilmiş kaftansın. Aynı denklem yine geçerli: İmam hatip’ten mezun ol, üstüne ilahiyat oku, al sana Karabük Üniversitesi Mimarlık Fakültesi Dekanlığı. Mimar mı değilsin? Ya olum manyak mısın? Takıldığın şu küçük detaylara bak. Bizdensin ya yeter. Hem unutma Allah bizimle, atarsın suçu üstüne yeter.
Biraz da yardım meselesine gelelim. Ayni yardım talebini anlarım; parayla da bulamadığın şeyler vardır, üretilene kadar, devlet olarak temin edene kadar depremzedeler mağdur olacaktır, halktan yardım istersin; halk da elinden geleni yapar, buna diyecek söz yok, tamam. Çıkaralım üzerimizdeki montu gönderelim, evdeki battaniyeyi yorganı verelim, hatta bulunduğumuz ilden göçük kurtarma ekipmanları alıp onları gönderelim ama IBAN verip para istemek de neyin nesi? Gerçi pandemide dünyanın bizden geri kalanının halkına para dağıttığı bir dönemde halkından para talep eden bir yönetimden, şimdi aksini beklemek hayalcilik olurdu sanırım.
Sen ki koskoca devlet değil misin? Başkanı 1150 odalı sarayda yaşayan, araç konvoyu kilometrelerce uzunlukta olan, 8 tane uçağı pistte hazır bekleyen, yazlık sarayı başka, kışlık sarayı başka olan. Yakışır mı halkından para dilenmek? Ben acz içinde kaldım, beceremedim, ne olur bir el uzatın diyorsan eyvallah, bu millet birbirinden bir tas çorbasını esirgeyecek değil ama sen burnundan da kıl aldırmıyorsun ki. Ahmet’in ihtiyacını Mehmet’ten alarak karşılıyorsun, topladığın vergilerle de kendi saltanatını yaşıyorsun. Ne güzel İstanbul bee! Aman padişahım sen çok yaşa, biz başımızın çaresine bakarız.
Deprem vergileri nerede diye sorulduğunda “Harcanması gereken yere harcadık. Bundan sonra da bu tür şeylerin hesabını vermeye zamanımız yok” diyen iktidar; toplumun, devletin kurumlarına güvenmeyip yardım parasını dahi emanet etmemesi üstüne aynaya bakıp kendi ile hesaplaşacağına Ahbap Derneğini bir tek terör örgütü ilan etmediği kaldı.
Karşımızda öyle bir iktidar hırsına sahip biri var ki; pamuk prenses masalındaki kraliçe gibi aynalar başkası için “senden dahası” dediğinde önce aynaları parçalıyor sonra da karşısında kim varsa yok etmek istiyor. Önce birkaç tetikçi sosyal medyada işe başlıyor, sonra Bahçeli boy gösteriyor, en son da camide hoca hutbeye çıkıp Allah’ın evinde verip veriştiriyor. Haluk Levent de bugünlerde halk tarafından sevilip beğenilmenin, güvenilmenin bedelini ödüyor. Bir Türkiye gerçeği yine kendini tekerrür ediyor ve Türkiye’de hiçbir başarı cezasız kalmıyor.
Yardımlaşma konusuna gelirsek millet olarak yine farkımızı ortaya koyduk. Gelir dağılımının adil olmadığı bir ülkeyiz ama az veren candan, çok veren maldan ne varsa elimizden geleni yaptık. Depremden kaçan insanları yol üzerinde çocuklar ellerindeki bedava yemek pankartları ile yoldan çevirdiler, anne ve babaları da o depremzedeleri doyurdular. Neden mi? Bu yardımı yapanlar çok mu zenginler sizce? Aksine, bu toplumun bu kadar yardımsever olmasının sebebi açlık, yokluk nedir en iyi kendisi bildiğinden.
Aşağıdaki iki görsel de bu ülkede her daim acı ile yoğrulduğumuzun kanıtı.
Bu ülkenin insanları neden acıda buluşmak zorunda? Dere yatağına yapılmış evlerde yaşayanlar selde evlerini kaybeder, analar evlatlarını kaybeder, başkalarının x kuşağı, y kuşağı, z kuşağı olur; bizim her kuşakta bir deprem çocuklarımız olur, şehit analarımız olur, cumartesi annelerimiz olur.
Hep övünürüz ya, biz Türkler devlet olmadan yaşayamayız; 16 tane devlet kurmuşuz hepsi yıkılmış, vazgeçmemişiz 17.sini kurmuşuz diye. Eğer bu devletin varlık amacı halkı bir acıdan diğer acıya savrulurken; ağababaları Mercedeslere binip gezsin diye ise; bin küsür odalı sarayda yaşasınlar diyeyse hiç gelip başkası gelip yıksın diye beklemeyelim 17.yi de kendimiz yıkıp 18. sini kendimiz kuralım. Osmanlı Devleti’nin kuruluşunda Şeyh Edebali Osman Gazi’ye şunu öğüt etmiş, “Ey oğul, insanı yaşat ki, devlet yaşasın!” Ne yaşatması üstadım elini gırtlağımızdan çekip bir kaç nefes alsak bu sefer de Ahmet Hamdi Tanpınar’ın dediği gibi “Türkiye evlatlarına kendisinden başka bir şeyle meşgul olmak imkanını vermiyor.”
İçerde bunlar yaşanırken dış mihraklarımız neler yapıyor peki? Türk’ün Türk’ten başka dostu yoktu, değil mi? Şimdi size ülkelerin göndermiş olduğu kurtarma ekiplerinden bahsetmeyeceğim. Depremlerde her ülke diğer ülkelere kurtarma ekibini gönderir, bu artık ülkelerin genel bir dayanışma tarzı. Peki ya daha fazlası neler yaşandı gelin bir bakalım.
Aşağıda deprem olur olmaz hazırladıkları yardım paketlerine üzüntülerini de ekleyen Yunan Meis adası halkı var.
Burada ise Yunanistan’ın en çok okunan gazetelerinden olan Kathimerini’de yayınlanan ve “Hepimiz Türk’üz” yazan karikatür.
Halkı ve basını bunları yaparken Yunan hükümeti ne yaptı peki? Yunan kurtarma ekibi ülkesine döndüğünde Yunan Sağlık Bakanı ve İklim Krizi ve Sivil Savunma Bakanı tarafından kahraman gibi karşılandı. Yunan devlet televizyonu ERT de depremin ardından güne “Ben Seni Sevdiğimi” türküsü ile güne Türkçe ve deprem görüntüleri ile başladı. Sonuç olarak komşu bu sınavı geçti.
Biri halay çeken, diğeri sirtaki yapan; biri camiye diğeri kiliseye giden; biri rakı diğeri uzo içen; baklavayı, kahveyi, yoğurdu ve Ege’yi ise çok sevdiği için paylaşamayan en çok da birbirine benzeyen iki halkı; her seçim öncesi iç siyaset tavasında garnitür olarak kızıştıran siyasilerin oyununa gelmesek mi artık, ne dersiniz?
Bunca güzel şeyin ardından hiç mi utanç verici bir şey yaşanmadı peki? Elbette, kötülüğü de birileri temsil etmeliydi. Fransız Charlie Hebdo dergisi insanlıktan nasibini almamış karikatürü ile çirkin yüzünü gösterdi. Belki yine seçim meydanlarında dünyanın dört bir yanından gönderilen ve kalplere dokunan sevgi mesajları ile süslenen yardımlar değil, bu beş para etmez derginin aşağılık karikatürü bağıra bağıra vurgulanarak tüm dünya bize düşman propagandası yapılacak, kim bilir.
Tüm yaşananların ardından, bundan sonra biri size “Türk’ün Türk’ten başka dostu yoktur” diyerek sizi Charlie Hebdo ile Misvak’ın ırkçı ve yobaz fay hattında çekmeye çalışırsa koşarak oradan uzaklaşın.
İnsanımız artık şunu çok iyi idrak etmeli; siyasi partilerin tek gayesi iktidar olmak ve sonrasında da iktidarda kalmaktır. Bir şirketin tek gayesi ise kârını maksimize etmek. İkisinin de amacı bireylerin çıkarları olmaz, olamaz. Eğer bir şirketin sizin çıkarınıza iş yaptığını düşünürseniz dolandırılırsınız; bir siyasi partinin de amacının vatandaşın menfaati olduğuna inanırsanız, kandırılırsınız. Bireylerin menfaatini ancak kendisi korur. Aksine inanan mukadderatı ile baş başa kalır.
Kapanışı Aziz Nesin’in Zübük adlı eserinden bir kesit ile bitirelim.
“Şimdi çok iyi anladım ki, Zübük bir tane değil, biz hepimiz birer zübüğüz. Bizim hepimizin içinde zübüklük olmasa, bizler de birer zübük olmasak, aramızdan böyle zübükler büyüyemezdi. Hepimizde birer parça olan zübüklük birleşip işte başımıza böyle zübükler çıkıyor. Oysa zübüklük bizde, bizim içimizde. Onları biz, kendi zübüklüğümüzden yaratıyoruz. Sonra kendi zübüklüklerimizin bir tek Zübük'te birleştiğini görünce ona kızıyoruz.”
Eğer yazıyı beğendiyseniz;
Yeni yazılardan haberdar olabilmek için yazının en üstünde sağ köşesinde yer alan "Kaydol" sekmesinden siteye üye olabilir ya da aşağıdaki logolar vasıtasıyla sosyal medya hesaplarını takip etmeye başlayabilirsiniz.
Yazılardan daha fazla kişinin haberdar olmasını isterseniz de, yazıları whatsapp/telegram gruplarında ve sosyal medya uygulamalarında paylaşabilirsiniz.
Her zaman farkında kalabilmek ümidiyle.
Commentaires