1990’ların başında literatüre giren ve 21. yüzyılda başımıza musallat olan tazecik, körpecik bir kavram politik doğruculuk. Başka bir yazımın konusu olacak linç kültürünün en iştah açıcı aperitifi. Son yıllarda insanları “bunu söylemek lazım ama kimse alınmadan, gücenmeden nasıl yapacağız” kaygısına sürükleyip götüren, kibarlık budalalığının da ötesinde düşünce ve ifade özgürlüğüne vurulmuş bir ket adeta.
Genelde yazdıklarımda salt bilgi verip kanaat oluşturmayı okuyana bırakırım ya da bir kanaatim varsa yazının sonuna saklarım, okurken ön yargı oluşturmamak için. Ama bu konuda tavrım net. O yüzden bugün biraz yandaş bir yazı okuyacaksınız, ona göre konum alın.
Atadan kalma bir kavram olmadığı için toplum henüz politik doğruculuk kavramına hakim değil. Politik doğruculuk her an ensemizde boza pişiriyor ama çoğumuzun ismen henüz kendisiyle tanışmamış olması olağan. O yüzden önce bir tanışık olalım kendisi ile.
Politik doğruculuk için wikipedia’da; “farklı dil, din, kültür ve cinsiyetten kişileri incitmemek amacıyla, özenle kullanılan ifade, düşünce ve uygulamaları tanımlamak amacıyla kullanılan bir terim” ifadesi mevcut. Ama günümüzdeki kullanımı açısından pek yerinde bir tanımlama değil. Wikipedia da bu yüzden bu tanımın sonuna hemen şu ifadeyi ekliyor: Bu terim günümüzde daha çok "farklı olanları" incitmemek için yapılan bazı uygulamaların pratik olmadığı veya özünde yanlış olduğu fikrinde olan karşıt taraflar tarafından eleştirel anlamda kullanılır hale gelmiştir. Yani kavram suçlayıcı. Ben hassas bir insanım politik doğruculuk yapıyorum diye bir şey yok yani. Doğru kullanımı şu: Kelimelere çok takılıyorsun, takılma bunlara, yaptığın politik doğruculuk, yapma.
Wikipedia bu şekilde tanımlamış. Bence de politik doğruculuk tam olarak da ifade özgürlüğünün ahlak bekçisidir. Kimin kararı ile oluşturulduğu belli olmayan ilkeler çerçevesinde topluma modernize edilmiş bir mahalle baskısı uygulamak değil de nedir Allah aşkına?
Şimdi gelin politik doğruculuğun kendisine bulduğu en uygun üreme ortamlarından bahsedelim biraz.
Derisi siyah renkte olan insanları nasıl tanımlarsınız? Zenci mi, siyahi mi, kara mı, Afrika kökenli mi? Çoktan seçmeli bir “acaba ne desek de yanlış anlaşılmasak” gerginliği. Bu mevzu daha çok Amerika’da sıkıntı yaratıyor. Negro, nigger, black, Afro Amerikan da Amerika’nın çoktan seçmelileri. Amerika bu ırkçılık meselesinden çok çekti. Bundan 50 yıl önce mevcut olan beyazların siyahlara olan üstünlüğü, verilen mücadeleler sonucunda bir noktaya kadar geldi. O yüzden aslında kelime anlamı siyah olan ama hakaret olarak kullanılan negro, nigger gibi kelimelere tahammülü yok toplumun ve kötü anıları canlandırdığı için hiçbir alanda kabul görmüyor artık. Genelde, siyahi anlamına gelen “Black” ifadesi kullanılıyor. Amerikan politik doğrucular black ifadesini de ayrımcı bulup Afrika kökenli Amerikan ifadesi anlamına gelen Afro Amerikan ifadesinin tercih edilmesini istiyorlar. Irkçılık konusunda belli bir seviyeye gelmiş toplumların bu tanımlamalara takılması bir nebze anlaşılabilir. Belli bir yere gelmişler şimdi son rötuşları yapıyorlar diyebiliriz.
Şimdi de bize gelelim. Bizdeki zenci ifadesi ise kullanılırken en çok gerilime neden olan şık. Zenci etimolojik olarak nereden geliyor diye soracak olursanız zenc, Arapça siyah demek. Yani zenci de Arapça siyahi demek. Kara da siyahın eş anlamlısı. Hepsi aynı aslında. Çok şükür Afrika kökenli duyarını kasmayı gerektirici bir ten rengine dayalı bir ırkçılık yok ülkemizde. Ama söyler misiniz, hiçbir aşağılama amacı gütmediğiniz halde zenci demekten kendinizi neden anlamsız bir şekilde sakınıyorsunuz? Hatta eğer hakaret anlamında kullananlar varsa bile siz neden bu kelimeyi kullanmayı terk edip bu kelimeyi hakaret edenlerin malıymış gibi onlara teslim ediyorsunuz ki? Zaten amacı hakaret etmek olanlar, bu hakareti siyahi ya da kara ifadeleri ile de yapacaklardır. Onların dilinde Afro Amerikan bile bir süre sonra hakarete dönüşecek. Öyle de olmuyor mu ki zaten.
Mesela; sakat, özürlü, engelli... Fiziksel ya da zihinsel rahatsızlığı bulunan insanlara yıllarca sakat dedik. Daha sonra sakat ifadesinin aşağılayıcı bir kavram olduğu kanaatine vardı yine kim olduğu belli olmayan zümre ve özürlü kavramını hayatımıza soktular. Özürlü kavramı da artık toplumda aşağılama ve hakaret amacıyla kullanılmaya başlayınca hemen engelli kavramı üretildi. 2013 yılında bir araya gelmemeye itina eden siyasi partiler oy birliği ile anayasadaki özürlü ifadesini engelliye çevirdi. Ne büyük iş değil mi? Peki politik doğrucular durdu mu? Yetmiyor efendim, şimdi de bizim bir engelimiz yok engelli de demeyin diyorlar. Son moda tanım da özel gereksinimli. Sağlamamız gereken şeyin süslü tanımlamalar değil de toplumun bu insanlara pozitif bakış açısı ve onları topluma dahil etme motivasyonu olduğunu anlamamız için daha ne gerekiyor acaba?
Yurt dışına çıktığınızda her alanda engelli insanlar görürsünüz. Önce toplumda bir gen problemi mi var acaba diye sorgularsınız ardında da oradaki insanların içerisindeki engelli oranının bizim toplumumuz ile aynı oranda olduğunu görürsünüz. Yani onlar engelli insanlarını topluma adapte etmişlerdir. Hayatı bu şekilde kabul eden, hayat ile barışık insanları vardır. Bizde ise engelli çocuğundan utanan anne babalar ve bu saklanma ile büyümüş çocukların büyüdüklerinde kendilerini toplumdan soyutlaması durumu vardır.
Politik doğrucuların ve siyasetçilerin bu duruma çözümü tam olarak lafla peynir gemisi yürütmek. Uğraştıkları şeyler kelimeler, tanımlamalar, kavramlar. Dışlanmış, evinde oturan bir özel gereksinimli kişiyi, sokağa çıkan kendi ayakları üzerinde durabilen bir sakata tercih ediyorlar.
Bu liste uzayıp gider. Sekreter değil yönetici asistanı, dişçi değil diş doktoru, kapıcı değil apartman görevlisi, çöpçü değil temizlik görevlisi, çaycı değil servis elemanı, öyle değil böyle. Türk toplumunun itibarsız gördüğü her mesleğe yaptığı aşağılama girişimi ve üzerine o meslek grubunun politik doğrucularının kendilerine tam anlamıyla “sözde” saygınlık kazandıracak isim bulma çabaları.
Bu mesleğinden utanma ya da toplumda kendini ezdirmeme konusu açılmışken bir arkadaşımdan duyduklarımı anlatmadan geçmek olmayacak. Arkadaşlarımdan biri Ankara Anlaşması ile İngiltere’ye gitme konusunda çok istekliydi ve eşinin kardeşi de İngiltere'de yaşıyordu. Eşinin kardeşinin restoranı vardı ve İngiltere’de yaşamı denemek için 15 günlüğüne oraya gittiğinde o restoranda takıldı biraz. Çalışmaya başlamadan önce eşinin kardeşi arkadaşımı sadece bir konuda uyarmış. Asla müşterilere işini sorma! Bizim kültürümüzde muhabbet iki temel şey üzerinden yürür. Birincisi hemşerim memleket nire? İkincisi ne işle meşgulsün? İlk başta garibine giden bu uyarı, daha sonrasında İngiltere konusundaki en önemli tespiti oldu arkadaşımın. Çünkü müdüründen, çaycısına, çöpçüsünden doktoruna, sekreterinden şirket patronuna herkesin aynı restoranda yemek yiyecek ekonomik güce ve aynı masada bir araya gelip sohbet edecek toplumsal eşitlik fikrine sahip olduğu bir ortamdan bahsediyoruz. Kimse birbirine mesleğini sormuyor, karşısındaki insana mesleğine göre etiket basmıyor. Mesleğin nedir diye sormak da bu amacı barındırdığı için ayıp karşılanıyor. Şöyle bir dünyada çöpçü olmanın ne sakıncası olabilir ki?
Mesela milletler için övgüler dizmek serbest. Türkler misafirperverdir, İtalyanlar yakışıklıdır, Almanlar disiplinlidir. Listeyi uzatın uzatabildiğiniz kadar. Ama aynı kanaatlerinizi sakın aleyhte ifade etme gafletine düşmeyin. Irkçı olursunuz. Üçkağıtçı Türkler, tembel Yunanlar, kendini beğenmiş Fransızlar derseniz, insanları ırklarına göre kategorize eden bir geri kafalı oluverirsiniz.
Şu ana kadar hep politik doğrucuların mevcut kelimelerin yerine cicilerini bulmasını gördük. Şimdiki örneğimizde ise talep öze dönüş şeklinde. Bayan mı yoksa kadın mı ya da bir şey fark eder mi? Feminist hareketin üzerine en çok mesai harcadığı konulardan biri bu. Bayan değil KADIN! Afişlerde, duvar yazılarında ve sloganlarda. Çıkış noktası kadın kelimesinin toplumda kaba bir tanım olarak algılanması sonucu kent hayatında bayan kelimesi ile kadınlara sözüm ona itibar kazandırma hareketine bir tepki. Biz kadınız ve kadın olmak kaba, utanç duyulacak bir şey değildir diyorlar. Yazının başından beri bu “sözde” itibar kazandırma çabalarını boş iş olarak değerlendirmişken feministlerin kadın olmaya sahip çıkmalarını takdir etmezsek olmaz.
Ha tabi kadınlar bu sahip çıkışı erkek düşmanlığı ile yapmayıp üslup olarak da doğru bir şekilde yaparlarsa başarılı olurlar. Sonuç olarak bayan kelimesini kullanan bir erkek aslında kibarlık yapmak istiyor. Size karşı kibar olmak isteyen birini tersleyip bayan değilim ben kadınım derseniz bir çuval inciri berbat edersiniz. Onun yerine bayan demenize gerek yok ben kadınım ve kadın olmaktan gurur duyuyorum demek ve gülümsemek bu kadar zor olmamalı. Ama ne yazık ki feminist hareket biraz da Türkiye’de yaygın olmadığı için çok küçük bir zümrenin elinde olduğundan olacak ki saldırgan bir kitlenin elinde.
Hatta o kadar saldırganlar ki erkeklerden gelecek iltifata bile tahammülleri yok. “Kadın kadındır, çiçek babandır” diyerek derdini anlatan bir kitle ile nasıl bir masada oturup diyalog kuracaksınız o da en büyük zorluklardan biri sanırım ülkede kadın erkek ilişkilerine çözüm getirme aşamasında.
Politik doğruculuğun sadece bir şeyleri adlandırırken hayat bulduğunu düşünmeyin. O kadar ilerledi ki artık politik doğruculuk camide verilen vaaza bile müdahil olmaya başladı. 24 Nisan 2020’de Diyanet İşleri Başkanı’nın cuma vaazında kullandığı eş cinselliğin İslam dininde lanetlendiğini ve uzak durulması gerektiğini içeren ifadesi Türkiye’de büyük tartışmalar yarattı. Oysa kendisi ve teşkilatı her ne kadar görevi süresince müslüman popülasyonunu azaltmak ve dinden soğutmak için elinden geleni ardına koymasa da bu konudaki fikri tamamen İslam dininin emir ve buyrukları idi. Hoca çıkıp gördüğünüz eş cinseli öldürün, toplumdan dışlayın, azap çektirin demedi. Dediği şey İslam dinine göre bu yasaktır ve bu günahtan uzak durun idi. Ama politik doğrucular durur mu? Durmadılar. Haydi hep beraber lince. 1400 yıldır var olan bir dinin kurallarını dile getirmek bile günümüz trendine aykırı ise linç malzemesi olabiliyorken, siz birey olarak bu konularda nasıl fikrinizi söyleme cesareti gösterebilirsiniz ki? Aman o konuda konuşmayalım bizi linç ederler deyip düşündüğünü ifade edemeyen kitleler yarattık.
Peki dünyada politik doğruculuk ile mücadele eden yani bu olayın bayrak taşıyanı kim derseniz, cevap Donald Trump! İfadenin bu kadar popülerleşmesindeki en büyük payı ona verebiliriz. Seversiniz sevmezsiniz, büyük ihtimal de sıra dışı üslubu ve fikirleri ile sevmezsiniz ama Donald Trump’ı sevmeme iradesine sahipseniz bu bile onun politik doğruculuktan sıyrılıp kendi olabilmesi sayesinde. Kamera önünde cicili bicili davranıp gizli kameralara yakalandığında ya da sosyal hayatında tam tersi tavırlarına şahit olduğumuz onca sahte şahsiyetten ise Trump’ın yanlış bile olsa kendi olabilmesi çok kıymetli. Bu sebeple politik doğruculuk konusundaki duruşu ile tutarlı bir tavır içerisinde olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz.
Eğer politik doğruculuğun tanımında ifade edildiği gibi farklı dil, din, kültür ve cinsiyetten kişileri incitmemekse amaç bu zorlu yolda pastanın üzerine çilek kondurma kısmı olabilir kelimelerle oynamak. Eğer siz toplumda zenciye, sakata, sekretere, kapıcıya insan gibi yaşama hakkı sağlayamıyorsanız, onların hukuki ve sosyal haklarını kullanmasına fırsat vermiyorsanız onları Afrika kökenli, özel gereksinimli, yönetici asistanı ve apartman görevlisi olmaya terfi ettirdiğinizde de değişen hiçbir şey olmayacaktır.
Bu işi paradan sıfır atmaya benzetiyorum. Bu tarz işler sürekli yapıldığında bir değer ifade etmez. Bu işe kalkıştığınızda da öncelikle ortadaki sorunu halletmiş olmak gerek. Türkiye yüksek enflasyon döneminde para biriminin değersizleşmesi ve bunun sonucunda bol sıfırlı haliyle itibarsızlaşması neticesinde 2005 yılında paradan altı tane sıfırın atılması yoluna gitti. Eğer %50 ve 100 bandında enflasyonların devam ettiği bir süreçte olsaydık bu saygınlık kazandırma hamlesi dediğimiz işi her 20 yılda bir yapmamız gerekirdi. Ama bu hamle enflasyonun 2004’te tek haneye düşürülmesinin ardından yapıldığında anlam kazandı.
Politik doğruculara tavsiyem sahip çıktıkları ve incinmekten korudukları kitle için sözde değil özde çabalar içerisine girişmeleri. Yoksa memlekette klavye delikanlısından bol başka bir şey yok zaten. Bu toplumun ihtiyacı klavye başında ya da mikrofon başında başkalarının sözlerinden kendine meze çıkarmaya çalışan insanlar değil kendi hareketleri ile topluma örnek olacak yol gösterebilen insanlardır. Umarım ömrümüz laf değil, iş üreten bir toplumu görmeye yeter.
Eğer yazıyı beğendiyseniz;
Yeni yazılardan haberdar olabilmek için siteye ücretsiz üye olabilir ya da sosyal medya hesaplarını takip edebilirsiniz,
Yazılardan daha fazla kişinin haberdar olmasını isterseniz de, yazıyı aşağıdaki logolar vasıtasıyla whatsapp/telegram gruplarında ve sosyal medya uygulamalarında paylaşabilirsiniz.
Her zaman farkında kalabilmek ümidiyle.
Kommentare