top of page
  • Yazarın fotoğrafıSerbest Kürsü

Tohum Meselesi

Çarşı, pazar yangın yerine döndükten sonra her geçen gün tarımın kıymetini yeniden anlar olduk. “Adam eksen adam biter” denilen bu topraklarda 2022 yılı Nisan ayı itibarıyla domatesi 25 liraya, kıvırcığı 15 liraya yemek, daha doğrusu toplumun önemli bir kısmı için yiyememek, sinir bozucu bir etkiye sahip. Bakın bu fiyatlar lüks marketlerin manav reyonlarındaki etiketlere değil, pazarda pazarcıların bile yazarken utanıp yarım kilosu şu kadar diye yazdıkları etiketlere ait. Piyasaya yeni çıkan eriğin fiyatı üzerinden falan da pahalılığı değerlendirmiyorum. Salata ya çoban olur ya mevsim; ya domates konur ya da kıvırcık!


“Kıtlık geliyor” söylemlerinin giderek arttığı bu dönemde, şu tarım meselesini ele almak yerinde olacak. Tarım konusu elbette tek bir yazı ile anlatılacak kadar basit değil fakat işe meselenin ham maddesinden, yani tohumdan başlamak en doğrusu sanırım.


Tohum konusu o kadar slogan atmaya müsait ki, bu konuda zerre bilginiz olmasa bile “organik tarım, atalık tohum, nerede o eski domatesler kokmuyor abicim bir kere, tohumda bizi İsrail’e muhtaç ettiler” terim ve sloganlarını cümle içinde kullanarak meseleye hakim olduğunuzu dahi masadakilere hissettirebilirsiniz. Herkes de adam doğru şeyler söylüyor der ve dinler sizi. Şimdi sloganlardan uzaklaşıp; atalık tohum nedir, hibrit tohum nedir, GDO’lu tohum nedir, atalık tohum kullanmak ya da satmak yasak mı, tohumda İsrail’in oyuncağı mı olduk, biraz bunları konuşalım.


Tohum çeşitlerini bir netleştirelim. Üç çeşit tohum mevcut. Atalık tohum, hibrit tohum ve GDO’lu tohum. Atalık tohuma yaygın bir şekilde yerli tohum da deniyor ama bence kelime anlamı itibarıyla atalık tohuma yerli tohum demek yanlış bir ifade. Yerliyi ülkemizde üretilen olarak kullanıyorsak hibrit ya da GDO’lu tohum da Türkiye’de üretilirse yerli niteliğinde olabilir. O yüzden ben bundan sonrasında atalık tohumu kullanacağım ama başka yerde yerli ya da yerel tohum ifadesini görürseniz atalık tohumdan bahsedildiğini anlayın. Hibrit tohum ve GDO’lu tohum da sürekli birbiri ile karıştırılan ifadeler fakat somut farklılıkları mevcut. Şimdi şu tohumların özelliklerine bir girişelim.


Atalık tohum ile başlayalım. Yani genetiği ile oynanmamış, DNA dizilimine herhangi bir müdahale yapılmamış, yıllardır anam babam usulü yapılan üretim neticesinde ekilip dikildiği yerin şartlarına uyum sağlayarak hayatta kalmış ve bulduğu bölgenin toprak özelliklerine, hava koşullarına uyum sağlamış olan tohumdan bahsediyoruz.


Bu tohumlar kendi lokasyonlarında uzmanlaşmış tohumlar olduğu için bu tohumlardan hasat edilen ürünler de o bölgenin meşhuru olarak nam salmışlar. Yani Ayaş domatesi, Çengelköy hıyarı gibi mahsuller atalık tohumun alameti farikaları. Ayaş domatesi tohumu Ayaş’ın iklimi, toprak yapısı ve hava koşulları ile öyle bütünleşmiş ki, alıp başka bir bölgeye diktiğinizde hem ürün o kadar verimli hem de Ayaş’ta yetişen domates kadar lezzetli olmuyor.


Atalık tohumun en yüz güldüren tarafı ise sürdürülebilir bir döngünün yapı taşı olması. Doğanın bir armağanı olarak gelecek sene ekeceğiniz ürünün tohumunu size bedavaya sunuyor. Yetiştirilen bitkilerin bazıları tohumları alınmak üzere hasat edilmiyor ve tohuma bırakılıyor. Bu ürünlerden toplanan tohumlar ertesi yılın ekimi için doğanın hediye ettiği promosyon ürünler olarak saklanıyor. Bu nedenle bu tohum türünde çiftçi kimseye bağımlı değil. Topraktan aldığını tekrar toprağa vererek üretimini gerçekleştiriyor.


Yerel tohumlarla üretilen yiyecekler lezzet ve koku açısından oldukça tatmin edici buna karşın raf ömürleri kısa olduğu için kısa sürede tüketilmeleri gerekmekte.


Hibrit tohum ise yapay döllenme ile oluşturulmuş tohumu ifade ediyor. Aynı türe ait bitkinin yakın akrabası olmayan başka bir bitki ile tozlanmasıyla yani melezleştirilmesi ile ortaya çevre koşullarına ve hastalıklarına karşı daha daha dayanıklı, daha verimli ve ortaya çıkan mahsulün raf ömrünün uzun olduğu tohumlar ortaya çıkıyor.


Bu tohumların bir kötü özelliği var ki, bu tohumlardan üretilen ürünlerden gelecek seneye de ekerim deyip tohum aldığınızda ertesi sene aynı kalitede ve verimde mahsul alma şansınız yok. Hibrit tohuma kısır diyemeyiz yani ertesi yıl bu tohumlarla da ürün alabiliyorsunuz ama bu tohumlar ertesi yıl melezlendiği anne ya da baba tohumdan birine dönüşüyor ve ilk yılki veriminden uzaklaşarak çiftçi açısından kârlılığını kaybediyor. Bu nedenle hibrit tohumun avantajlarından yararlanmak istiyorsanız her yıl yeniden hibrit tohum almalısınız. Bu durum da sizi tohum şirketlerine muhtaç ediyor.


Hibrit tohumlar için hava durumu ve toprağın özellikleri çok da önemli değil. Daha geniş bir zaman aralığında hasat edebiliyorsunuz ürünleri. Yani kışın yediğiniz domatesleri, fasulyeleri işte bu tohumlara borçlusunuz. Bir de bu tohumdan üretilen ürünler daha yakışıklı. Standart bir boya sahipler neredeyse. Bu sebeple pazarda daha çok ilgi görüyorlar.


GDO’lu tohumlar ise genetik yapısı ile oynanmış tohumları ifade ediyor. Karıştırıldığının aksine hibrit tohumlardan farklılar. Hibrit tohumlarda yapay döllenme ile iki üstün özellikli tohumdan bir süper zeka bebek tohum elde ediyorken, GDO’lu tohumlar laboratuvar ortamında üretilmiş tamamıyla yapay tohumlar. GDO’lu tohumun ürünü tüketen insanlara ve üretildiği doğaya etkisi uzun vadede öngörülemediğinden GDO’lu tohum yüksek risk barındıran, çok kaygan bir zemin. İşte tam da bu gerekçe ile ülkemizde GDO’lu tohum kullanımı yasak. Türkiye’de mevcut yasalara göre GDO’lu tohum üretimi yok. İnsan gıdası olarak Türkiye’ye girişi de yasak ancak hayvan yemi olarak kullanılmak üzere Biyogüvenlik Kurulu tarafından verilen izinlerle ithalatına izin verilmekte. Mevcut durumda dahi GDO’lu yemleri yiyen hayvanların etini tüketmek birçok kişi için soru işaretlerine sebep olmakta.


Tohumların çıkış noktalarına gelecek olursak; atalık tohum insanların tarımla geçindiği ve nüfusun köylerde yaşadığı, süreci talebin değil arzın idame ettirdiği dönemde hükümdarlık yapmış. Yani müşterinin bir şey talep ettiği değil, ne bulursa onu yiyip şükrettiği dönem.


Yüzyıllardır süregelen bu süreç, hem köyden kente göçün tavan yapması sonucu üreten değil tüketen nüfusun çoğalması hem de dünya nüfusunun kümülatif olarak da korkutucu boyutlarda artması ile çıkmaza girdi. Korkutucu artış dedik açıklayayım. Dünya nüfusu 1804 yılında 1 milyarken, 123 yıl sonra 1927’de 2 milyar olmuş, 33 yıl sonra 1960’ta 3 milyar olmuş, 14 yıl sonra 1974’te 4 milyar olmuş, 13 yıl sonra 1987’de 5 milyar olmuş, 12 yıl sonra 1999’da 6 milyar olmuş, 13 yıl sonra 2012’de 7 milyar olmuş ve bundan tekrar 12 yıl sonra 2024 yılında da 8 milyara ulaşacak. Toprağın arzı sabit, hatta tarımsal alanlar hızla tahrip edilip azaltılıyor, nüfus artıyor, toprağı işleyen nüfusun toplumdaki oranı hızla düşüyor ve sonuç şu ki hoş geldin kıtlık.


Sürdürülemeyeceği aşikar olan bu düzen içerisinde bir çıkış yolu aranmış ve bu noktada 1940’larda bir Yeşil Devrim hareketi başlamış. Bu hareket Meksika’da yüksek verimli buğday tohumları ile başlıyor ve 1960’lara gelindiğinde Meksika tüm ülkenin buğday ihtiyacını karşılar hale gelip ihracatçı pozisyona geçiyor. Ardından 1960’larda yeşil devrim etkisini pirinç üzerinde gösteriyor ve Hindistan dünyanın önde gelen pirinç üreticilerinden oluyor. Gelişmekte olan birçok ülke bu harekete dahil olarak üretimlerini arttırıyorlar.


Hibrit tohumun karşımıza çıktığı bu dönemin özelliklerini göz önünde bulundurduğumuzda; hibrit tohumun çok ciddi bir açlık riskine karşı alınan bir aksiyon olduğunu görüyoruz. Peki mevzu bununla bitti mi? Hibrit tohum ile her şey toz pembe mi? Bir tercihin sonucu olmanın dışında, bir zorunluluk haline gelen hibrit tohum neticesinde yüksek verime ulaşsak da bu aslında toprağın ve su kaynaklarının daha hızlı sömürülmesini ifade ediyor. Siz aynı sürede, aynı topraktan fazla ürün yetiştirseniz de, bu üretim topraktaki besinleri daha fazla tükettiği için atalık tohuma göre toprağı daha hızlı bir şekilde fakirleştiriyor. Fakirleşen toprağı yeniden güçlendirmek için de suyun, gübrenin ve zirai ilaçların kullanımı artıyor.


Mevcut şartlar itibarıyla dünyayı besleyebilmek için bir zorunluluk haline gelen hibrit tohumların dahi halihazırdaki nüfus karşısında yetersiz kalacağı ve GDO’lu tohumların da yeni mecburiyetimiz olacağı her geçen gün daha yüksek ses ile ifade edilmekte. Anlayacağınız dünya mevcut kaynakları ile bizi doyurabilmek için her yolu deniyor. Bunu yaparken de kendini hiç olmadığı kadar yıpratıp tüm riskleri göze alıyor.


Pandemi sonrası biliyorsunuz yeni trend doğaya kaçmak, gücünüz yetiyorsa da hobi bahçesi alıp kendi mahsulünü yetiştirmek. Bu mevzuya hakim olmak için biraz Youtube’u karıştırayım dediğinizde sizi doğa sever romantikler karşılıyor. Bir başlıyorlar anlatmaya; hibrit tohum ile yabancı ülkeler tarafından topraklarımızın nasıl zehirlendiğini, tohumun ardından gübre ve tarım ilacı ile bu ülkelerin bizi kendine bağladığını falan filan. Sonra kendilerinin atalık tohum ile üretim yaptığını ve ürünlerinin organik olduğunu ifade edip dileyenlere kargo ile gönderebileceklerini söylüyorlar. Fiyatlar mı? Pazar fiyatının minimum 2 katı. Eee ne oldu bizim romantizm? Aşkın karın doyurmadığını söyleyenler yine yanılmadılar, üzgünüm.


Sağladığı yüksek verim ile gıdayı ulaşabilir kılan hibrit tohuma bok atarak prim kasma meselesine lütfen bir son verelim. Hibrit tohum bir neden değil sonuçtur. Nüfus uçmuş, tarım alanlarına lüks konutlar dikilmiş, mevsiminde yeme diye kavram tedavülden kaldırılmışken; o, tu kaka dediğiniz hibrit tohum olmasa şimdi fiyatlarını görünce iştahınızın kaçıran ürünleri ne kadara alabileceğinizi siz hayal edin.


Bir de bu atalık tohumun devlet tarafından yasaklandığı iddiası ve İsrail’in tohumuna mecbur bırakılma mevzusu var. Ona da değinelim.


Atalık tohumun satışını 5553 sayılı Tohumculuk Kanunu düzenliyor. Kanuna göre, ticareti yapılacak tohumların öncelikle bakanlık tarafından tescillenmesi ve kayıt altına alınması gerekiyor. Buna göre, kütüğe kaydedilmeyen, sertifikasyonu yapılmayan tohumların ticaretini yapanlara 10 bin liradan başlayan idari para cezaları, suçun tekrarı halinde cezanın artırılması ve faaliyetten men ile yasa dışı faaliyet sırasında kullanılan tohumlukların imhası öngörülüyor. Sosyal medyada sıkça ifade edildiği gibi herhangi bir hapis cezası öngörülmüyor yani.


Atalık tohumun kullanımına dair herhangi bir yasak mevcut değil. Devletin bu noktada istediği şey; siz bir ürünü ticari anlamda üretip satacaksanız bu faaliyeti sertifikalı tohum ile yapmalısınız. Bu sebeple 2005’ten beri sertifikasız tohum satışı yasakken; 2018 yılı itibarıyla da sertifikalı tohum kullanılmayan çiftçiye destekleme ödemesi yapılmıyor.


Sertifikalı tohumdan da bahsedersek; bu tohumlar Gıda, Tarım ve Hayvancılık Bakanlığı tarafından denetlenen ve sertifikalandırılan, ıslah edilmiş tohumlar. Bu tohumlar tedarikçiler tarafından çimlenme garantisi verilen endüstriyel tohumlar. Peki atalık tohumlar sertifikalandırılabilir mi? Çok zor. Sertifikasyon süreci uzun ve maliyetli bir süreç olduğu için bireysel çiftçinin bunu yapması pek mümkün değil. Özel işletmelerin bunu yapması da atalık tohum açısından ne kadar karlı olabilir? Hibrit tohumda olduğu gibi üretici her sene tohum satana muhtaç olmayacağından atalık tohumu sertifikalandırıp satmak da çok mantıklı görünmüyor.


İşte tam da bu noktada Tarım ve Orman Bakanlığınca yürütülen “Mirasımız Yerel Tohum Projesi” devreye giriyor. Bu projede yurt genelinde toplanan tohumlar, sertifikalandırılıyor ve üreticiye ulaştırıyor. Bu toprakların bize mirası olan atalık tohumlara sahip çıkılması elbette çok önemli fakat unutmamak gerekir ki bu tohumlar ve bu tohumdan üretilen ürünler beslenme açısından sadece folklorik bir anlam ifade edebilir. Yani bu proje kapsamında Ayaş domatesini o tohumlar ile Ayaş’ta üretip yılın bir iki ayı tüketici ile doğal olarak da daha yüksek fiyattan buluşturabilirsiniz fakat dedim ya bu bizim gıda ihtiyacımızı karşılamaz. Sonuç itibarıyla “yerli ve milli” tohuma sahip çıkılması açısından projeye artı puanımızı verelim.


Şimdi gelelim bir de şu İsrail tohumu meselesine. Memleketin neresinde olursa olsun, insanımızda bir İsrail korkusu ve bu konuda komplo teorisi üretme güdüsünün mevcut olduğu aşikar. Peki gerçekten de İsrail bizi tohumlarına mecbur ediyor, gübreleri ile topraklarımızı kirletiyor ve bize sattığı tohumlar ile bizi yavaş yavaş zehirliyor mu?


Öncelikle tohumda üretim, ithalat ve ihracat rakamlarını inceleyelim. Tarım ve Orman Bakanlığı verilerine göre son 10 yılda tohum üretimi sürekli bir artış içerisinde, buna karşın tohumun dış ticaret dengesi giderek azalsa da daima aleyhimize işliyor. Yani yurt dışına sattığımız tohumdan daha fazlasını yurt dışından satın alıyoruz. Aşağıdaki grafiklerden son 10 yılın üretim miktarlarını ton cinsinden, ithalat ihracat tutarlarını ise milyon dolar üzerinden inceleyebilirsiniz.


Öncelikle belirtmek gerekir ki, ithal tohumun toplam tohum miktarına oranı yıllar içerisinde değişiklik gösterse de üç aşağı beş yukarı %10 civarında. Bu sebeple tohum konusunda başka ülkelere bağımlı olduğumuz iddiası dayanaktan yoksun. İsrail’den gerçekleştirdiğimiz tohum ithalatının gerçekleşen tüm tohum ithalatındaki payı ise %6-7 bandında. Yani toplam tohumun %10’u ithal, ithal tohumun da %7’si İsrail tohumu olduğuna göre topraklarımızdaki toplam tohumun her 1.000 tanesinin sadece 7 tanesi İsrail’e ait. Görüldüğü üzere bir muhtaciyet söz konusu değil. İsrail’den ithal edilen tohumun toplam ederi 12 milyon dolar civarında. Yani tatava yapmayı gerektirecek bir mevzu söz konusu değil. Peki bize yılda 12 milyon dolarlık tohum satan İsrail bizden ne kadarlık yaş sebze meyve ithalatı yapıyor dersiniz? 2021 yılı itibarıyla 40 milyon dolar. Yani bizi ve topraklarımızı zehirlediğini düşündüğümüz İsrail, bu topraklarda yetişen sebze ve meyvenin alıcısı pozisyonunda.


Kapanış kısmına gelecek olursak kimileri dünyadaki açlığı “şu kadar milyar aç insan varsa şu kadar milyar da obez insan var” ile açıklasa da tüm dünyayı tabldota bağlama şansımız olmayacağına göre çok yiyenler az yesin de açların karnı doysun çözümü ciddiye alınmaya değmez. Bu varsayımla dahi mevcut nüfus ile dünyadaki bütün kaynakları insanlara eşit olarak dağıttığımızda dünyanın tamamında yaşam kalitesi Hindistan’ın yaşam kalitesine eşit oluyor. Kaynakları eşit dağıtıp yaşam kalitesinin de Fransa’dakine eşit olmasını istiyorsak da dünya nüfusunun 3 milyara, Amerika’dakine eşit olması için de 1,9 milyara inmesi gerekiyor. Sonuç olarak bu şekilde üreyip çoğalmaya devam ettiğimiz sürece hibrit tohumdan şikayet etmek bir yana hap ile besleneceğimiz günlere şükreder hale geleceğimiz aşikar, benden söylemesi.

 

Eğer yazıyı beğendiyseniz;


Yeni yazılardan haberdar olabilmek için siteye ücretsiz üye olabilir ya da sosyal medya hesaplarını takip edebilirsiniz,

Yazılardan daha fazla kişinin haberdar olmasını isterseniz de, yazıyı aşağıdaki logolar vasıtasıyla whatsapp/telegram gruplarında ve sosyal medya uygulamalarında paylaşabilirsiniz.


Her zaman farkında kalabilmek ümidiyle.

Son Yazılar

Hepsini Gör
bottom of page